Sevgili Gençler!…
Kin, “Öç alma duygusu, kalbe yerleşen şiddetli düşmanlık”tır. Kin, İslam’ın hoş görmediği, uzak durulmasını istediği kötü duygulardandır.
Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de, kinin şeytanın hilelerinden birinin sonucu olarak ortaya çıktığını şöyle beyan buyuruyor:
“Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (Maide Suresi, Ayet: 91)
Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretleri, oğluna hitaben;
“Oğlum! Eğer Cennette olmak istersen, herkes ile dost geçin, hiç kimseye kin tutma, herkese tevazu göster. Zira alçak gönüllü olmak asıl sultanlıktır” diye nasihat etmiştir.
Ebü’l-Hayr Akta hazretlerine;
-Kalbin iman ile dolu olmasına alamet nedir? Diye sorulunca;
-Bütün Müslümanlara şefkat etmek, onların dertleri ile dertlenmek, işlerinde onlara yardımcı olmaktır. Nifakla dolu olan kalbin alameti; kin, hased ve düşmanlıktır, cevabını vermiştir.
Kin, öç almaya yönelik kalpte yerleşen düşmanlık duygusudur.
Özellikle, âcizliği sebebiyle hemen intikam alma alamayan kimsenin kalbine yerleşen öfke, gizli bir düşmanlık duygusuna, kine dönüşür.
Kin duyduğu şahsa içten içe kızan kişi, intikam almak için daima fırsat kollar. Yani kinin başlıca kaynağı öfke, nefret ve intikam hırsıdır.
Bir Âyet-i Kerîme’de kâfirlerin mü’minlere karşı beslediği bu olumsuz duygulara şöyle dikkat çekilmektedir:
“Ey îmân edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten şiddetli nefret ve düşmanlıkları, ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (nefret, kin ve haset) ise daha büyüktür.” (Âl”i İmrân Suresi, Ayet: 118)
Durum böyle olunca kin, birçok manevî hastalığın başında gelir. Bunların başlıcaları, haset, gıybet, ilişkileri kesme, insanları aşağılama, sırları açıklama, çeşitli şekillerde eziyet etme, borç ve benzeri yükümlülüklerini yerine getirmeme ve başkalarının felaketlerine sevinme gibi insanı yüksek ahlâkî niteliklerden uzaklaştıran davranış ve huylardır.
Hz. Peygamber “sallallâhu aleyhi ve sellem”, mü’mine yakışmayan bu tür kötü huylardan uzak durmak ve ümmetine örnek olmak üzere:
“Ey Rabbim!… Kalbime hidâyet eyle, dilimi doğru kıl, göğsümdeki hile ve kin duygusunu gider.” (Sünen-i Ebû Dâvûd, Vitr, 25) diye duâ ve niyâzda bulunmuştur.
Bir hadîslerinde de kin ve hasedin insanın dinî hayatını nasıl tahrip ettiğini şu çarpıcı üslubuyla beyan buyuruyor:
“Size geçmiş milletlerin haset ve kin hastalığı sirâyet etti. Bunlar kazıyıcıdır. Bilesiniz; kazıyıcı derken saçı kazırlar demiyorum. Dini kazıyıcıdırlar. Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e yemin ederim ki, sizler îmân etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de îmân etmiş olamazsınız. Birbirinizi sevmeye yardımcı olacak şeyi haber vereyim mi: Aranızda selâmı yayınız.” (Sünen-i Tirmizî, Kıyâme, 57)
Hadis-i Şerîfin işaret ettiği üzere fertleri birbirine bağlayan inanç ve sevgidir.
Kalpleri; düşmanlık, kin ve nefret duygularıyla dolu olan fertlerden oluşan bir toplumda öncelikle dinî inançlar yara alır.
Halkımızın dilinde de bu gerçek “Hiçbir zaman din ile kin bir arada bulunmaz” ifadesiyle dile getirilmiştir.
Dinî inancın zayıfladığı toplumlarda ise ahlaklı, sağlam karakterli, birbirine saygılı insanların sayısı da oldukça azalır.
İşte bundan dolayı kin, yüce dinimiz tarafından kötü görülmüş, kınanmış ve yasaklanmıştır.
Abdullah bin Amr “radıyallâhu anhüma’nın naklettiği bir rivâyete göre Resülullah “sallallâhu aleyhi ve sellem” e:
“İnsanların en üstünü kimdir?” diye soruldu. Efendimiz,
“Kalbi mahmûm, doğru sözlü olan herkes” diye mukabelede bulundu.
Ashab ise:
“Doğru sözlülüğün ne anlama geldiğini biliyoruz ama “mahmûmü’l kalb” ne demektir?” diye sordu.
Efendimiz “sallallahu aleyhi ve sellem” de şöyle buyurdular:
“Bu Allah’tan korkan tertemiz kalptir, içinde hiç bir günah, zulüm, kin ve haset yoktur.” (Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd, 24)
Kur’an’ı Kerîm de mü’minleri kin ve benzeri kötü huylara karşı uyararak, insanları affetmeye yönlendirir.
Hz. Ebû Bekir’in Hz. Âişe’ye iftira eden akrabalarından Mistah’a, bir daha yardım etmeyeceğine yemin etmesi üzerine nâzil olan âyette, bağışlamanın ehemmiyetine şu ifadelerle dikkat çekilmektedir:
“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: -Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” (Haşr Suresi, Ayet: 10)
Muhacir ve Ensar’ın arkasından gelenler, kıyamete kadar gelmiş ve gelecek olan mü’minlerdir.
Ashab-ı Kiram’ı hayırla yâd etme, onlara dil uzatmama ve kin beslememe gereği ayetin işaret ettiği hususlardır.
Fahr-i Kâinât “Sallallâhu aleyhi ve sellem” bir Hadîs-i Şerîfte Müslümanların birbirlerine haset ve buğz etmemeleri gerektiğini emrederken, diğer bir Hadîs-i Şerifte kalplerde bulunan kin ve nefretin izalesi için hediyeleşmenin lüzumuna şu şekilde değinmektedir:
“Hediyeleşiniz; zira hediye kalpteki kin ve nefreti giderir.” (Sünen-i Tirmizî, Hibe, 6)
Öte yandan kinin genellikle kötü bir duygu olduğunu ortaya koyan âyet ve hadislerden hareketle bir müslümanın, herkesi ve her şeyi sevmek zorunda olduğu da düşünülmemelidir.
Hz. Peygamber “Sallallâhu aleyhi ve sellem”in:
“Amellerin en üstünü, Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir” (Sünen-i Ebû Dâvûd, Sünnet, 2) Hadîs-i Şerifi esas alındığında, müslümanın sevdikleri yanında sevmedikleri, hatta buğz edip belki de kin besledikleri olabilecektir.
Sevgi ne kadar tatlı ve sıcak, buğz ve kin de ne kadar sert ve soğuk görülse bile, “Allah için” olduğu zaman bu iki zıt duygu arasında hiç bir fark kalmayacak, her ikisi de en üstün amel derecesine yükselecektir.
Allah için seven bir gönül, Allah dostlarını da sevecek ve sevgisini onlara tabi olmak suretiyle ispat edecektir.
Aynı şekilde Allah için kin tutan bir müslüman, fâsık, zâlim ve ma’siyet ehlinin yaptıklarına buğz ve kin besleyerek onları onaylamayacaktır.
Zünnûn-i Mısrî Hazretleri muhabbet ve buğzu doğru kullanmanın yolunu şöyle îzah ediyor:
“Allah’ın dostu olup nefsin hasmı olmak gerekir; nefsin dostu olup Allâh’ın hasmı olmak değil!…”
Yani Allâh’a dost olmak için, nefsin esaretinden kurtulmak gerekir. Diğer bir ifadeyle, nefsin arzularına mağlup olmamalı ki, Hakk’ın dostluğuna erişilebilsin.
Fakat îmânın rehberliğinden mahrum bir şekilde, muhabbetini nereye yönlendireceğini bilmeyen kimse, okyanus ortasında dümeni kırılan bir gemi gibidir.
Nefsani yaldızlar, onu peşinden sürükler durur. Ve kişinin aklını, iz’anını, vicdanını dumura uğratır.
Zira hak ile meşgul olmayan kalbi, batıl işgal eder. Tıpkı düşman istilâsına uğramış bir ülke gibi.
Süflî muhabbetlere esir olmuş bir kalpte de huzur kalmaz.