Gençlere Sesleniyorum – 47 Hayatımızı Etkileyen Tehlike: RUHSAL BUNALIM!…

Sevgili Gençler!…

Çağımızın en yaygın hastalığı olan “Ruhsal Bunalım”, hayatımızı  saran bir tehlike haline gelmiştir.

Hızla ilerleyen teknoloji…

Yerleşim merkezlerinde göze çarpan yapısal değişiklikler…

Motorlu vasıtaların egzozlarından ve fabrika bacalarından yükselen zehirli gazlar…

Gürültülü, hareketli ve hızlı bir yaşam…

Monoton bir çalışma temposu…

Başdöndürücü  hızla ilerleyen zamanla yapılan yarış…

İşte ruhsal bunalıma davetiye çıkaran faktörler:

Gün gelir insan, hiçbir şeyden zevk alamaz. Pek çok şey anlamsız gelmeye başlar.

Bazen insan, yaşamak bile istemez. Başını iki elinin arasına alarak, “eyvah! Ruhsal bunalıma  girdim galiba” der durur.

Bunalımlı bir hayata girme korkusu sarar insanın bütün kalbini. Hemen telaşa kapılır insan. Metanetini yitirmemek için çırpınmaya başlar. Ancak  azim ve iradesiyle ne derece başarılı olur bilinmez.

Bu konu ile ilgili bizzat şahit olduğum bir anekdot anlatmak istiyorum:

Bayram günlerini  geçirmek üzere İstanbuldaki evme geldim.   Bayramdan hemen sonraki gün, İktisadi Devlet Teşekkülleri’ nden birinde çalışan bir arkadaşımı ziyaret ettim.

8-10 bayan ve iki erkek personelin bir arada çalıştığı bir bürodaydı. Selamlaşıp kucaklaştıktan sonra beni mesai arkadaşları ile tanıştırdı.

Oturup biraz sohbet ettik.

Yanımızdaki  masada çalışan bir bayan,  ister istemez konuşmalarımıza kulak misafiri oluyordu. Bir ara arkadaşım işlerinin  çokluğu nedeniyle fazla yorulduğunu, dinlenemediği için de ruhsal bunalıma  girme tehlikesi ile karşı karşıya geldiğini söyledi.

Böyle bir sıkıntıya ve ruhsal bunalıma  düşmeden yorgunluğunu üzerinden atabilmesi için tatile çıkması gerektiğini söyledim.

Biz bu konuyu kendi aramızda konuşurken yanıbaşımızdaki bayan hemen söze karıştı:

  • Beyefendi, biz burada tam bir ruhsal bunalım içindeyiz. Görüyorsunuz değil mi küçücük bir büroda kaç personel çalışıyor? Her kafadan bir ses çıkıyor. Bir yandan biriken işler bir yandan gürültü ve problemler… Hepsi bir araya gelince insan beynini tırmalıyor…

Artık biz oturduğumuz koltukta geriye yaslanmış, konuşan bayanı dinliyorduk.

Bayanın gerçekten de büyük bir ruhsal bunalım  içinde olduğunu anlamakta gecikmedim. Konuşup rahatlamak istiyordu.

Bir ara “rahatsız etmiyorum değil mi?” diye sordu. “Hayır” cevabını verdik.

Ruhsal bunalım  içinde olan bir insan, çabuk çabuk konuşur, hemen heyecanlanır, el kol hareketleri yapar. Hırs doludur, çabuk telaşlanır, hemen alınır, küçücük bir hadise karşısında hemen sinirlenir.

Ruhsal bunalım  içinde olan bir insanın boş zamanı da olmaz. Dolayısıyla karşısındaki insanın sözünü kesip kendisi konuşur. Konuştukça da açılmak ve rahatlamak ister.

İşte sözümüzü kesen bayan da bu haldeydi. Ruhsal bunalıma  girmesine sebep olan olayların nasıl cereyan ettiğini anlatmak istiyordu. Biz de  dinlemek zorunda kaldık. Başladı anlatmaya:

“ Bir akşam arkadaşlarımız ailece yemeğe gelmişlerdi. Kendimi hiç de kötü hissetmiyordum. Konuştuk, gülüştük, neşelendik, yemek yedik… Misafirleri uğurladığımda saate baktım, gecenin 01.30’ u olmuştu. Uyku tutmadı.

Biraz geç yattım ve her şey ertesi sabah başladı…

Sanki o gece bir şeyler olmuştu. Uyandığımda kalkmak istemiyordum. Yorgun olduğumu hissettim. Ancak  istemeyerek de olsa hazırlandım.

O gün çalışmak istemiyordum. Her şey dayanılmaz geldi bana. Büroya geldikten sonra  çalmaya başlayan telefonlar, daktilo sesleri ve büro amirinin ikide bir yanına çağırması… Sanki her gün yaptığım şeyler değildi.

Eve geldim. Alışveriş yapmak istememişti canım. Yemeği hazırlayacağım bir sırada lavabo tıkandı. Çamaşırları makinaya tıkayıp düğmesini çevirdim, çalışmadı. Bu arada zil çaldı. Kapıyı açtığımda oğlum ağlayarak içeri girdi. Meğer okulda arkadaşlarıyla kavga etmiş, düşmüş ve dizleri kanamış.

Artık her şeyin sonuydu bu. Ağlıyor, ağlıyordum. Gözyaşlarımı tutamadım. Kağıt mendiller bitiyor, göz yaşlarım dinmiyordu.

Ertesi sabah daha da kötüydüm.

Bir öncekinden daha beter bir ruh haliyle uyandım. Kendimi çok kötü hissediyordum. Yataktan kalkamadım. Oğlumuzu okula hazırlaması için babasına rica ettim. Sonra yorganı başıma çekip uzandım.

Büronun o boğucu havasına katlanamayacaktım. Hasta değildim ama büyük bir yorgunluk ve isteksizlik vardı içimde. Eşim de merak ediyordu. Yanıma yaklaştı ve sordu:

  • Neyin var hasta mısın?
  • Hayır, hiçbir şeyim yok, dedim.

Gerçekten de hasta değildim. Ama kendimi de iyi hissetmiyordum. Eskisi gibi hayat dolu bir insan olarak göremiyordum kendimi. Yaşamaktan yorulmuş, hayata küsmüş gibi bir halim vardı benim. En küçük bir sözden hemen alınıyor ve kırılıyordum. En hafif bir tenkit, hemen gözyaşlarına boğulmama yetiyor, artıyordu bile. Sanki herkes benimle uğraşıyordu. Sanki herkes bana şiddetle karşıydı. Belki inanmayacaksınız ama eşimden ve oğlumdan bile şüphelenmeye başladım. Onların da birlik olup bana komplo hazırlayacaklarını bile düşünmeye başladım…

Eşim bu halime  hiç bir anlam veremiyordu. Her geçen gün, bir önceki günden farklı değildi. İşime sürüklenerek, zorla gidiyor, ev işlerimi yarım yamalak yapmaya çalışıyordum.

Hayat ufkumda mutluluk güneşi söndürüvermişti sanki.  Hep ağlamaklıydım. Radyo veya TV’ den dinlediğim duygusal bir parça, hemen hıçkırıklarla ağlamama sebep oluyordu.

Eşim zamanla bu halime yanlış anlamlar vermeye başladı. Önceleri şefkatli bir yaklaşım içindeyken yavaş yavaş hırçınlaşmaya başladı:

  • Neyin var senin? Kendini toparlasana!…

Eşimin bu  hırçınlığı yetmiyormuş gibi büroda çalışan arkadaşlarım da bu konuda karşıma geçip arzı-ı endam etmeye başladılar. Her kafadan bir ses çıkıyordu:

  • Bir seyahate çık, iyi gelir…
  • Köyüne git, kafanı dinlersin…
  • Bir hafta izin al…
  • Üzülme, iyi olur…
  • Çok yorulmuşsun, biraz dinlensen iyi olur…
  • Aman hasta olma, gerisi önemli değil…

Büro arkadaşlarımın ağzından yükselen bu seslerin her biri beynimi zonklatıyordu.

Bir ara tatile çıkmaya karar verdim ama sonra vazgeçtim. Artık dayanabileceğimi zannetmiyordum çünkü pek çok şey anlamsız gelmeye başladı ve en korkucu da uykularım kaçtı. Geceleri bir türlü uyuyamıyordum. Uyuyabilsem belki de kafamı karıştıran hayatımı felce uğratan bütün problemler bir anda sıyrılıverecek zihnimden. Uyuyamayınca da gözümün önünde şekiller belirmeye başlıyor, zihnimi çeşitli konular meşgul ediyor, kulağımda uğultular başlıyor kendimi hayaller ülkesinde zannediyordum.

Sonuç: Korku, ürperti, heyecan ve gözyaşları!…

Sonunda bir doktora görünmek zorunda olduğuma inandım ve doktorun muayenehanesinin yolunu tuttum. Yazdığı ilaçlar sakinleştirici, uyku düzenleyici ve stres giderici idi. Az da olsa yararı oldu; ancak bu sakinleşme sürekli değil geçiciydi.

Günün birinde karşılaştığım yüreğimi parçalayan bir olay ve tek sözcük, benim yeniden hayata dönmeme; mutlu, şen ve hayat dolu bir insan olarak yepyeni bir yaşam dönemine girmeme sebep oldu.

Çok sevdiğim oğlum, benim bu üzgün ve durgun halimi fark edince, koşup yanıma geldi ve “anneciğim!” diyerek boynuma sarıldı, yanaklarımdan öptü ve beni o masum kollarıyla sımsıcak kucakladı.

Sonra “Anneciğim seni çok seviyorum, ne olur artık gözlerin yaşlarla dolmasın. Üzülme sana ihtiyacımız var.  Ben sensiz ne yaparım? Sar beni, okşa saçlarımı her zamanki sıcak şefkatinle senin için dua ediyorum. Gözyaşlarının dinmesi için yalvarıyorum Allah’a!” deyince kendimi bir anda toparlayıverdim.

İşte o zaman “SEVGİ” adı verilen duygunun, insan için büyük bir destek ve büyük bir ihtiyaç olduğunu bir kez daha anladım ve işime yeniden başladım.

Artık insanlara, bozulan çamaşır makinasına, tıkanan lavaboya, biriken çamaşırlara, yığılan bulaşıklara, katlanmak zorunda olduğum tüm monotonluklara olumlu bakmaya başladım.

Kendimi toparlamak, gerçekten de tek kurtarıcı olan Allah’ a inanmak, O’na dayanmak, O’na güvenmek ve yalnız O’ndan yardım dilemek gerektiğini düşündüm. Ve bütün bu sıkıntıların, zayıflığımın, olaylar karşısında telaşa kapılmanın sebebinin inancımın gereğini tam olarak yerine getirmediğimden kaynaklanmış olabileceğini düşündüm.

Şimdi bu ihmalimi telafi etmeye çalışıyorum. Her namaz kılışımda yeniden dünyaya gelmiş gibi hissediyorum kendimi.

Hele tabiatın büyük bir sessizliğe gömüldüğü sabahın seher vaktinde kalkıp pırıl pırıl abdest alarak eşim, ben ve oğlum birlikte namaz kılıp sonra da ellerimizi açarak kalbimizden yükselen samimi duygularla Allah’ a yalvarırken kazanmış olduğum mutluluğu hiçbir şeye değişmem.

Özellikle sabah namazında elde ettiğim derin haz ve büyük mutluluk ile yepyeni bir dünyanın insanı oluverdim sanki.

Hemen hazırlık yaptık ve arabamızla  İstanbul’daki  bazı önemli camileri ve türbeleri ziyaret edip dua ettik. Allah’ ın veli kullarını ziyaret edip  dua ettikçe sanki o zatın o anda bana himmet ettiğini hisseder gibi oluyorum ve ruhsal bunalımın  zerresi bile kalmıyor bende.

Mutluluktan kelebekler gibi uçmak geliyor içimden, dedi.

Sevgili Gençler!…

“Tatlı dil, bütün kapıları açan sihirli bir anahtardır” sözü, bir insanın tatlı dilini kullanarakhemen herşeyin üstesinden gelebileceğini ifade eder. Eğer insan, kaba, hırçın ve saygısız olursa sevilmez. Saygı görmez ve yalnıza itilir. Kimse onunla dost ve arkadaş olmak istemez. Bir insan ne kadar güzel, yakışıklı, güçlü olursa olsun inançlı, ahlaklı ve tatlı dilli değilse çirkindir, zayıftır ve sevimsizdir.

Arkadaşımla birlikte dinlediğimiz bu ibret dolu olay karşısında gerçekten çok duygulandık. Bizzat yaşadığı bu olayı anlatan bayan memura, “ Allah bir daha öyle sıkıntılı günler göstermesin” demekten başka  söz bulamadık.

Bu dramatik olaydan da anlıyoruz ki manevi değerlere inanan insanların, inanmayanlara göre  ruhsal bunalıma  dayanma gücü daha fazladır.

Bu da;  İslami prensiplerden olan sabır, tevekkül, kadere rıza, ebedi hayata inanma, yapılan iyilik ve kötülüklerin karşılıksız kalmayacağı, sevgi, şefkat ve merhamet gibi insanın ruh dünyasını rahatlatan; gönlünü, ruhunu ve kafasını zinde kılan faktörlerden ve manevi değerlerden  kaynaklanmaktadır.

&s tarafından.|2023-12-06T21:37:50+00:00Aralık 6th, 2023|Makaleler|Yorum yok

Siz de fikrinizi belirtin

Go to Top