Gençlere Sesleniyorum-48 O EŞSİZ İNSANI ÇOK SEVİN!..

Sevgili Gençler!…

Peygamberimiz Hazreti Muhammed (s.a.v), alemlere rahmet olarak gönderilen, ilim ve hilimde, şefkatte, merhamette ve kemalatta eşi ve benzeri olmayan bir insandır.

Cenab- Hak şöyle buyuruyor:

“Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salavat getirirler. Ey mü’minler! Siz de ona salavat getirin ve tam teslimiyetle selam verin. (Ahzab Suresi, Ayet: 56)

Allah’ın salavatı, rahmet etmek ve kulunun şanını yüceltmektir.

Meleklerin salavatı, Peygamberin şanını yüceltmek, mü’minlere bağış dilemek anlamınadır.

Mü’minlerin salatı ise, dua anlamına gelmektedir.

Allah, bütün mü’minlere, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’e salat ve selam getirmelerini emretmekte ve ona saygı göstermelerini istemektedir.

“ Allahümme Salli ala Muhammedin”  demek SALAT, “Esselamü aleyke eyyühennebiyyü” demek SELAM’dır.

Peygamberimizden rivayet edilen çok sayıda salavat-ı şerife vardır.

Bunları okumak, mümkün olduğu kadar çok salat ve selam getirmek, Peygamberin sevgisini celbeder, şefaatine sebep olur.

Allah dostlarından bir zatın şu altın sözlerine de burada yer vermek gerekir. Diyor ki:

“Bahçeye girmiştim, bütün gülleri açılmış gördüm. Gül bahçesinden bana Muhammed(s.av)in kokusu geldi. “Güneş” O’nun yüzünü, “gece” onun saçlarını vasfeyler, Bütün Kur’an surelerinden bana Muhammed(s.a.v)in kokusu geldi.” (Molla Cami, Vefatı Hicri: 898, Miladi: 1493)

Hz. Enes (r.a) anlatıyor:

Bir gün Peygamberimiz(s.a.v) minbere çıktı.  Sonra üç defa, “Âmin”, “Âmin”, “Âmin” buyurdu.

-Âmin dediğin, tasdik ettiğin şeylerin alameti nedir ya Resulullah? Denildi. Resul-i Ekrem(s.a.v):

-Cebrail (a.s) bana geldi de: “Ya Resulallah, yanında senin ismin zikredilip de sana salat-ü selam getirmeyen kimsenin burnu yerde sürünsün” dedi. (Sonra) “Âmin” de (dedi). Ben de (Âmin) dedim.

Sonra şöyle dedi:

-Ramazan ayı gelip de mağfiret olunmadan çıkan kimsenin burnu yerde sürünsün” (Bana) “Âmin” de (dedi). Ben de “Âmin” dedim.

Daha sonra da şunu söyledi:

-Ana ve babasının her ikisini veya bunlardan birini idrak edip de (yani bunlardan ikisinin veya bunlardan birinin sağlığına) erişip de onlar sebebiyle cennete giremeyen bir kimsenin de burnu yerde sürünsün” (Bana) “Âmin” de (dedi). Ben de “Âmin” dedim.” (Tefsir-i İbni Kesir, C.4,S.298)

Sevgili Gençler!…

Şefaat’in sözlük anlamı: “Araya girmek,  birinden başkası adına ricada bulunmak, kusurlarının bağışlanmasını dilemek”tir.

Dini bir terim olarak: “Hz. Muhammed  (s.a.v), diğer Peygamberler ve büyük zatların ahiret gününde, Allah’tan bazı günahkâr mü’minleri bağışlamasını ve azaptan kurtarmasını dilemeleri” demektir.

Sevgili Gençler!…

Şefaat gerçektir.  Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde şefaatin gerçek olduğu ve mahşer gününde gerçekleşeceği haber verilmektedir.

Biz önce, “Kimler ne ölçüde şefaat edebilirler?” sorusunu cevaplandıralım.

Zaten bu soruya verilecek cevap bir yönden şefaatin gerçek olduğunun da izahı olacaktır.

Cenab-ı Hakk’ın kendilerine izin verdiği ölçüde Peygamberler, evliyâ, şehitler şefaat edecektir. Ancak, bu konuda kesin bir dille ifade etmek gerekir ki, en büyük şefaat hakkı, Peygamberimiz (s.a.v) Efendimizindir.

Her Nebi kendisine bahşedilen şefaat hakkını dünyada kullanmıştır. Ancak Resulullah (s.a.v), ahrete bırakmıştır. Ve âhirette «şefaat-ı uzmâ»nın sahibi olacaktır.

Onun ümmeti, “Livaül’hamd”in altında toplanacak ve “Makam-ı Mahmûd”un sahibi unvanıyla O’nun tarafından yapılacak şefaatte herkes payına düşenle şereflenecek ve kurtuluşa ereceklerdir.

Dünya hayatı, fâni ve geçicidir. Burada çekilen sıkıntılar da bir cihetle işlenen günahlara kefâret sayılır.

Ancak insanların perişan ve derbeder olacakları ve kendilerini kurtaracak yeni bir amele de fırsat bulamayacakları “ahiret” adını verdiğimiz bir gün gelecektir.

İşte o gün, en büyük şefaat hakkına sahip olan Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimiz şefaat edecektir. Elbette Allah Resulü’nün şefaatının da bir sınırı vardır. Zaten, bütün şefaatler ancak Cenab-ı Hakk’ın izni ve koyduğu ölçü nispetinde olacaktır.

Bunun için Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

“Allah, O’ndan başka İlah yoktur. O, Hayy’dir, Kayyumdur. Kendisine ne uyku gelir, ne de uyuklama. Göktekiler ve yerdekilerin hepsi O’nundur.  İzni olmadan (O’nun) katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir.  (O’na hiçbir şey gizli kalmaz). O’nun bildiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.” (Bakara Suresi, Ayet: 255)

Allah (cc) ortaya bir mîzan, ölçü ve denge koymuştur. Kim, kime ve ne ölçüde şefaat edebileceğini bir takdire bağlamıştır.

Cenâb-ı Hakk’ın bütün icraatında bir adalet ve denge olduğu gibi, âhirette vereceği şefâat yetkisinde de bir adalet ve denge vardır.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) Efendimiz, büyük günah işleyenlere şefaat edeceğini haber vererek: “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir” buyurmuşlardır.

O, her konuda olduğu gibi şefaat konusunda da bir denge ve muvazene insanıdır. Zaten bütün ümmet O’nun bu ifadeleriyle teselli bulmakta ve Allah Resulü (s.a.v) nün şefaatine nail olmayı ümit etmektedir.

Sevgili Gençler!…

Bir gün Hallac-ı Mansur, bu Hadîs-i Şerifi şerh ederken, cezbeye kapılır ve ölçüyü kaçırarak, Efendimiz’e hitaben:

-Ey Nebîler Sultanı! Niçin böyle sınır koydun? Neden bütün insanlar için demedin? Sen bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydin, yine de Rabbin Seni mahrum bırakmaz ve Sana bu yetkiyi verirdi” gibi sözler söyler.

Tam bu sırada Allah’ın Resûlü (s.a.v) temessül ederek, başındaki sarığı onun boynuna sarar ve: “Bunu başınla öde, sen zannediyor musun ki ben o sözü kendiliğimden söyledim” der.

Hallac-ı Mansur, kolu kanadı biçilip bir ağaç gibi budanırken dahi tebessüm ediyordu. Çünkü biliyordu ki, bu hüküm âli bir mecliste verildi ve o hükme rıza göstermek gerekirdi…

Evet, belki de Hallac-ı Mansur’un dediği gibi, Allah Resulü (s.a.v), Cenab-ı Hakk’dan bütün insanlara şefaat etmeyi isteseydi, Rabb’i O’na bu izni verirdi. Ancak O, Allah’a karşı bizim anlayamayacağımız ölçüler içinde saygılıydı.

Allah’ın dediğinden başkasını demiyor ve verilen yetki sınırlarını da asla zorlamıyordu.

Allah’ın koyduğu şefaat ölçüsünde, şefaat edilecek şahısların buna hak kazanmış olmaları da yer almaktadır.

Nitekim bu manâ ile ilgili olarak, Cenab-ı Hak, şöyle buyuruyor:

“Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.”

(Müddessir Suresi, Ayet: 48)

Bundan da anlıyoruz ki, şefaat herkese ve sınırsız bir ölçüde değildir. Kim, kime şefaat ederse, muhakkak kabul görür diye bir şart da yoktur.

Kâfir ise, işlediği küfrüyle ta işin başında, bu şefaat dairesinin dışında kalmıştır. O’na hiç kimse şefaat edemez!…

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk bize bir dua öğretiyor.

Dua şudur:

“(ve o kullar) Rabbimiz, bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl! dediler.” (Furkan Suresi, Ayet:74).

Yani, Allah’ım çocuklarımız, hanımlarımız, gözümüzü aydınlatacak özellikte olsun. Bize öyle hayat arkadaşları ver ki, din adına bize teşviklerde bulunsun. Evlatlarımız da, daima arkamızdan hayırlar göndersin ve onlar sebebiyle rahmet çağlayanları üzerimize doğru çağlasın dursun! Bizi sadece muttaki olmakla da bırakma, onlara önder kıl.

Cenâb-ı Hakk’dan O’nun öğrettiği usûl içinde şefaat edebilme yetkisi istemektir. Zaten O vermek istemeseydi, evvela istemeyi vermezdi. Mademki istemeyi verdi ve nasıl istememiz gerektiğini de öğretti, öyleyse istediğimizi de verecektir. O’nun sonsuz rahmetinden bunu umuyor ve bekliyoruz.

O’nun için burada dikkat edilmesi gereken hususun iyi anlaşılması lazımdır.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) Efendimiz bir Hadîs-i Şeriflerinde, âhiretten bir tabloyu şöyle anlatır:

-Allah (cc), Hz. Nuh’a soracak:

“-Sen,  sana düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdin mi?”

O büyük peygamber cevap verir:

“-Evet Ya Rabbi, yerine getirdim. Bana verdiğin tebliğ vazifesini kusursuz edâ ettim.”

Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk,  Hz. Nuh’tan şahit ister.  O da Ümmet-i Muhammedi şahit gösterir. Bunun nasıl olacağı sorulunca da, şöyle cevap verir: “Sen onları ümmetlere şahit kıldın. Onlar da ellerindeki Kitapta gördüler ki Nuh vazifesini yapmış. Ve işte ben de onları bugün kendime şahit olarak gösteriyorum.”

Evet, âyet öyle diyordu: “İşte böylece,  sizin insanlığa şahitler olmanız, Rasulün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet (ümmet) kıldık…” (Bakara Suresi, Ayet:143)

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

“Takva sahiplerini heyet halinde çok merhametli olan Allah’ın huzurunda topladığımız, günahkârları da susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün, Rahman nezdinde söz ve izin alandan başkasının şefaate güçleri yetmeyecektir.” (Meryem Suresi, Ayet:85, 86, 87)

“O gün, Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasının şefaati fayda vermez.” (Ta-Ha Suresi,  Ayet: 109)

Sevgili Gençler!…

Şefaat, gerçektir. Bütün İslam büyükleri, Cenab-ı Hakk’ın koyduğu sınırlar içinde  şefaat edeceklerdir.

Şefaati inkâr edenler,  dünyada da ahrette de şefaatten mahrum kalacak, bedbaht olacaklardır.

&s tarafından.|2023-12-06T21:37:22+00:00Aralık 6th, 2023|Makaleler|Yorum yok

Siz de fikrinizi belirtin

Go to Top