Sevgili Gençler!…
Hırs, “Açgözlülük, aşırı tutku, sonu gelmeyen istek” gibi anlamlara gelir. Eğer insan bu duyguya kapılırsa mal, mülk, makam, mevki hırsı kendini sarar.
Bu konuda Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor:
“Kişiden mal hırsının, şeref ve mevkiye düşkünlüğünün dinine yaptığı zarar, iki aç kurdun sürüye yaptığı zarardan daha büyük olur.” (Kamus-i Türki, C.1,S. 544)
Hâlbuki bu duygu insana, iyilik yolunda, hayır için ve hak yolunda kullanmak, İmanda, İslam’da ve hakta sebat etmek için verilmiştir.
Özellikle ebedi hayatımızı ilgilendiren konularda hırsa büyük iş düşer. İnsan gevşemeden, ümitsizliğe, karamsarlığa, bedbinliğe, bıkkınlığa düşmeden yoluna devam eder.
Dünyalık şeyler konusunda da hırsı, iyi yolda kullanmak önemlidir. Çünkü bu duygu sayesinde insanlar, pek çok işlere imza atarlar, çok önemli problemleri aşarlar ve zorlukları, sıkıntıları, dar boğazları bu hırsla geçerler ve selamete ererler.
Hırs, kötüye alet edilirse, yanlış anlaşılırsa işte o zaman, insanın başına dert olur, hem dünyasını hem de ahiretini tehlikeye düşürebilir…
İnsan ibadet konusunda çok hırslı olmalı, asla taviz vermemelidir.
Sevgili Peygamberimiz (sav) Efendimiz:
“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, onların içinde dini (nin icaplarını yerine getirme) üzerinde tahammül gösteren, avucunun içinde ateş parçası tutan gibidir”(Tirmizi, Fiten, 61) buyuruyor.
Ebu’d Derda’nın (r.a.) rivayet ettiği bir Hadis-i Şerifte de dini konular için sabır ve tahammül etmenin gerekliliği şu şekilde ortaya konulur:
“Paramparça edilsen ve (ateşte) yakılsan bile! Allah’a hiçbir şeyi ortak etme. Ve hiçbir farz namazı bile bile bırakma. Çünkü kim bir farz namazı kasıtlı olarak bırakırsa zimmet (yani ilahi teminat) kendisinden uzaklaşmış olur. İçki de içme, çünkü içki her kötülüğün anahtarıdır.” (lbni Mace, Fıten, 23)
İşte Allah yolunda hırslı, sabırlı, sebatlı ve kararlı olmanın gereğini ortaya koyan İlahi bir ikaz:
“Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat O, (rızkı) dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarından haberdardır, onları gözetendir.” (Şura Suresi, Ayet:27)
Bu duygu, dünyalık, makam, mevki elde etmeye yönelik olursa, işte o zaman tehlike sinyalleri vermektedir.
Peygamberimizin (s.a.v) buyurduğu şekliyle:
“İnsanoğlu ne kadar yaşlansa da, madde hırsı içinde canlı kalır.” (Sahih-i Buhari, Rikak, 5; Tirmizi, Zuhd, 5)
Bu hırs duygusu, madde sevgisi doyuma ermeyecek bir mahiyettedir.
Allah’ın Resulü (s.a.v) bu konuda şöyle buyuruyor:
“İnsanoğlu iki vadi dolusu altına kavuşsa bir üçüncüyü arayacaktır. Hatta dünya dahi verilse “Yeter” demeyecektir, onun; gözünü ancak toprak doyuracaktır.” (Sahih-i Buhari, Rikak 5)
İslam mütefekkirleri; kınanan, yerilen dünyayı şöyle tarif ediyorlar:
Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi (k.s):
“Dünya nedir? Dünya ne kumaş, ne para, ne kadındır. Dünya, insanı Allah’tan gafil bırakan şeydir” diyor.
Yani, denizde geminin yüzmesi gibi kulun dünya nimetleri içinde bulunduğu halde onların sevgisini gönlüne yerleştirmemesidir.
Çünkü gemi suyun içinde yüzer, fakat su geminin içine girecek olursa gemi batar.
Kulun eşyaya, servete sahip olması gerekir, servet ve eşyanın kula hizmetçi olması gerekir.
Çünkü bunlar, insanın hizmetine verilmiş şeylerdir. Kişinin kendi hizmetçilerinin hizmetçisi ve kölesi haline gelmesi ne kadar gülünçtür?
Gavs-ı Azam Abdulkadir Geylani Hazretleri(k.s):
“Dünyayı kalbinden çıkar, onu elinde tut veya cebine koy; zira o haliyle dünya sana zarar vermez.” diyor.
Dünyanın şerli, zararlı, çirkin, menfur, değersiz ve tahkire layık yönü; insanın, dünyanın, dünyalıkların, eşyaların kulu-kölesi haline gelmesidir.
Övülen, sevilen ve kabul edilen yanı ise; kişinin dünya hayatını ve malını bir fırsat bilerek, Allah yolunda çalışması, Allah için harcaması, kendi ahireti için hazırlık yapması ve geçici şeylere aldanmamasıdır.
Çünkü ahret, bu dünyada kazanılmaktadır.
“Dünya ahiretin tarlasıdır.” (Acluni, Cilt:1, Sayfa:495)
Hadis-i Şerifi ile İstenen, Allah’ın rızası için hayırlı ve iyi işlerin yapıldığı dünyadır.
İslam inancına göre, istenilmeyen bütün hataların başı, belaların sebebi, ahlaksızlığın kaynağı, ahirete zıt olan bir dünya anlayışıdır.
Dünyaya müslümanlar sahip çıkmaz ve görevlerini yapmazlarsa, dünyaya Karun ruhlular sahip olur ve bozarlar.
İnsanlara kötü örnek olurlar. Müslüman dünyadan nasibini alır, ancak dünyayı asıl amaç haline getirmez.
Dünyayı ahiret hazırlığı için fırsat görür ve bir araç olarak değerlendirir, Hırsını hak yolda, hak için, hakkın hâkimiyeti için kullanır…
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Ona imkân verildiğinde ise pinti kesilir. Ancak şunlar öyle değildir: Namaz kılanlar, ki onlar namazlarında devamlıdırlar (ihmal göstermezler:) Mallarında, isteyene ve (isteyemediği için) mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar; Ceza (ve hesap) gününün doğruluğuna inananlar; Rablerinin azabından korkanlar, ki Rablerinin azabı (na karşı) emin olunamaz; Irzlarını koruyanlar-ancak eşlerine ve cariyelerine karşı müstesna; çünkü onlar kınanmaz; bundan öteye (geçmek) isteyenler ise, onlar taşkınların ta kendileridir; emanetlerine ve ahitlerine riayet edenler; şahitliklerini (dosdoğru) yapanlar; namazlarını koruyanlar; işte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar.” (Mearic Suresi, Ayet: 19…..35)
Süfyan-i Sevri şöyle diyor:
İmam Cafer-i Sadık Hazretleri’nin huzuruna varıp,
“– Ey Resulullah’ın torunu nasılsınız?” diye sordum.
İmam Cafer-i Sadık Hazretleri,
“–Vallahi üzgünüm, kalbim meşguldür.” diye buyurdu.
“Sizi üzen ve kalbinizi meşgul eden şey nedir?” diye sorduğumda şöyle buyurdu:
“Ey Sevri, Allah’ın saf ve halis dini, kimin kalbine yerleşirse onu diğer şeylerden alıkoyar.
Ey Sevri, dünya nedir ve ne olabilir? Dünya, yediğin lokma veya giydiğin elbise veya bindiğin merkepten başka bir şey midir?
Müminler dünyaya gönül kaptırmadıkları gibi ahiretin ansızın gelmesinden de güven içerisinde olmazlar.
Dünya evi, zeval evidir (geçicidir), ahiret evi ise sebat evidir.
Dünya ehli, gaflet ehlidir.
Takva ehli, bütün insanlardan gideri az ve yararı çok olan kimselerdir. Unuttuğunda hatırlatırlar, hatırlattıklarında ise bildirirler.”
Dünyayı, dinlenmek için eğlenip-göçeceğin bir menzil veya uykunda elde edip, kalktığında ise elinde olmayacak bir mal gibi kabul et.
Bir şeyi ele geçirmeye ihtiraslı olup, onu ele geçirdiğinde de bedbaht olan niceleri olduğu gibi, bir şeyin peşine gitmedikleri halde onu elde ederek mutlu olan nice insanlar vardır”…
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
“(Resulüm!) Heveslerini (nefsânî arzularını) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?…” (Furkan Suresi, Ayet: 43)
Allah’ın Resulü (s.a.v) bu konuda şöyle buyuruyor:
“Yeryüzünde tapılan sahte İlahlardan Allâh’ın en çok buğz ettiği, “hevâ ve heves”tir.” (Heysemî, I, 188)
Zünnûn-i Mısrî Hazretleri de muhabbet ve buğzu doğru kullanmanın yolunu şöyle îzah ediyor:
“Allah’ın dostu olup nefsin hasmı olmak gerekir; nefsin dostu olup Allâh’ın hasmı olmak değil!…”
Yani Allâh’a dost olmak için, nefsin esaretinden kurtulmak gerekir.
Diğer bir ifadeyle, nefsin arzularına mağlup olmamalı ki, Hakk’ın dostluğuna erişilebilsin.
Fakat îmânın rehberliğinden mahrum bir şekilde, muhabbetini nereye yönlendireceğini bilmeyen kimse, okyanus ortasında dümeni kırılan bir gemi gibidir.
Nefsani yaldızlar, aşırı hırs ve aç gözlülük, insanıpeşinden sürükler durur. Ve kişinin aklını, iz’anını, vicdanını dumura uğratır.
Zira hak ile meşgul olmayan kalbi, batıl işgal eder.
Tıpkı düşman istilâsına uğramış bir ülke gibi. Aç gözlülüğe ve süflî muhabbetlere esir olmuş bir kalpte de huzur kalmaz.