Sevgili Gençler,
Çok uzaklarda zannettiğimiz günler, karanlıkları yırtarak zaman tünelini yıldırım hızıyla geçip bize doğru geliyor…
Çoğu insan, “zaman” adı verilen bu nimetin kıymetini idrak edemediği için geçen günlerine “ah,vaah!” ederek üzülüp durur. Giden zaman geri gelir mi hiç? İmkansız!
Güneşin batışıyla kaybolan o gün, artık bir daha geri dönmeyecek şekilde bize ve bütün dünyaya veda ediyor, ömür takvimimizden bir yaprak kopararak geçip gidiyor…
Akşam karanlığı çökerken batıda dağları aşıp ufukları kızıla boyayarak batan güneşe “dur!” diyebilir misiniz?… Derseniz bile sesinizi duyurabilir, onu durdurabilir misiniz? Elbette hayır!
O, İlahi emre boyun eğmiş, kendisine verilen görevi yerine getirmekle meşgul. Semazenler gibi sağdan sola doğru dönüyor ve bir menzile doğru hızla akıp gidiyor.
Yalnız güneş mi? Hayır! Görebildiğimiz ve göremediğimiz bütün varlıklar, yaratılış gayelerine uygun olarak hareket ediyor.
Yeryüzünde ve gökyüzünde bulunan bütün yaratıklara bir göz attığımız zaman, hemen hepsinin yaratılış gayelerine uygun hareket edip yeryüzünün halifesi olan “İNSAN”a hizmet ettiklerini görürüz.
İbn-, Rüşt’ ün bu konudaki sözleri gerçekten düşündürücüdür:
“Bu dünyada bulunan varlıkların karakter ve tabiatını araştırınca onların sanki insan için, insanın varlığını devam ettirmek için yaratılmış olduğunu görürüz. Bu alaka, gaye ve dengenin gelişigüzel, rastgele bir tesadüf neticesinde olması mümkün değildir. Belki bu denge ve uyum, insana verilen kıymet ve önemi her şeyin ona hizmet ve faydalı olma gayesini hedef alarak müstakil, irade ve kudret sahibi bir varlık tarafından yaratılmış olduğunu gösterir. Gece ve gündüz, ay ve güneş, mevsimler, göklerin yaratılışı, yağmurun yağması, denizler ve karalar, ovalar, ağaçlar, otlar, hayvanlar, toprak, su, hava, ateş hülasa her şey insanın yaşamasına, rahat ve saadetine hizmet için yaratılmıştır. Bu, şüphe götürmez bir gerçektir.”
Sevgili Gençler,
Bir damlacık suyla şekillenen, kendisine takdir edilen zamana kadar yaşamak üzere dokuz ay sonra dünyaya gözlerini açan insan, her geçen gün gelişiyor, büyüyor; konuşmasını, yürümesini, koşmasını öğreniyor… derken annesinden, babasından, çevresinden birtakım bilgiler alıyor… Gözleri her gördüğü şeyin üzerine bir film şeridi gibi dönüyor. Kulakları, duyduğu sesleri kaydediyor. Sonra da gördüğü, zihnine kaydettiği o şeyleri aynen uygulamaya çalışıyor ve hemen ardından gençlik dönemi başlıyor.
Gençlik dönemi hakkında şimdiye kadar çok şey söylemiştir. Gençlik, taşkınlık ve şaşkınlık dönemidir. Bu dönemde her genç kendini frenleyemez. Hem düşüş, hem de yükseliş vardır. Hiç şüphesiz zaman, insanoğlunun elinden bu günleri de bir anda alıp götürüyor.
Nihayet o simsiyah olan saçlar, yavaş yavaş bir pamuk yığını haline dönüşüyor. O çeviklik, atılganlık, dinamik haller yerini tembelliğe, uyuşukluğa, zayıflığa, yorgunluk ve durgunluğa terkediyor…
İşte o zaman “hayatın baharı” diye adlandırdığımız gençlik çağı, kapılarını kapatmaya başlıyor, insanı büyük bir hızla ihtiyarlık çağına itiveriyor. Artık insan, ahiret alemine bir geçiş yeri olan kabre doğru adım adım yaklaşıyor…
Sanki kara toprak bu dönemde büyük bir kuvvetle kendine doğru çekiyor insanı.
Bir zamanlar cıvıl cıvıl eden, her şeyi tozpembe gören, damarlarında dolaşan kanın kaynadığını duyan insan; artık zamanını doldurmuş, dünya hayatından nasibini almış ve yakınlarına, tanıdıklarına, gördüklerine veda ederek ebedi bir aleme göçüyor.
Hiç düşündünüz mü insanın niçin böyle doğup büyüdüğünü, belli bir zaman yaşadıktan sonra öldüğünü?…
Dünya hayatında sayısız nimetler içinde adeta yüzen insan, bazen nimetlerin çokluğunun sarhoşluğuna kapılmak suretiyle bu sorunun cevabını düşünemez olur. Hele o insan, gençliğin vermiş olduğu bir taşkınlık ve şaşkınlık içindeyse kolay kolay aklına gelmez bu soru.
Ta uzaklara gitmeye, başka diyarlarda dolaşmaya hiç gerek yok. İnsanın yalnız kendi vücut yapısına, en azından beş duyu organına bakması yukarıdaki sorunun cevabını bulması bakımından yeterli olur sanırım.
İnsanın beş duyu organına dikkatle bakması, onları tek tek incelemesi, durmadan dinlenmeden çalışan ve günde 100 bin defa atan, yine günde 10 ton kanı pompalayan kalbini dinlemesi, parmak uçlarına nakşedilen izleri tetkik etmesi, 13 saniye gibi kısa bir zamanda binlerce metreye ulaşan damarlarımızı dolaşan kanın akış hızını düşünmesi bile insanı ister istemez yukarıda geçen soruya cevap bulmaya sevkeder.
Nefes alıp vermemizi sağlayan akciğerin görevlerini, ayrıca karaciğeri, karaciğeri besleyen Vena Porta’ da bulunan bir borudan, aralarında manevi bir engel olduğu için birbirlerine karışmadan bir nehir gibi akıp giden genlerin harika görünümlerini; almış olduğumuz besin maddelerinin ağız değirmeninde ıslatılıp iyice ezildikten sonra kana karışmasını… vs. düşünen akıllı bir insan, ister istemez kendi kendine şu soruyu soruyor:
“BEN KİMİM VE NİÇİN YARATILDIM?”
İnsanın kendi kendini tanıması ve niçin yaratıldığını idrak etmesi sıradan bir konu değildir. Yukarıdaki sorunun cevabını tam olarak bilen bir insan, ebedi saadet ve bahtiyarlığa ermiş demektir.